Tuesday, March 29, 2011

Kahvaltilik tuzlu kek

Bu tarife misirli ve misir unlu kir pidesi de diyebiliriz.

Ama kesin olan su ki firindan ciktiginda ilik ilik, yaninda haslanmis yumurta, soguk bir bardak sut ve kahvaltiliklar esliginde super gidiyor, benim cok sevdigim bir lezzet...

Alt komsuma da sicak sicak ikram ettim, cok begenip tarifini aldi benden, kahvaltiya taze ekmek yoksa haftasonu ya bu tuzlu kekler yada pankekler imdadima yetisiyor, haftasonu kahvaltilari bizim icin ozel oldugu icin mutlaka farkli guzel birseyler olmali, sizde oyle yapiyorsaniz bu tarifi deneyin derim...

Lafi yeterince uzattiktan sonra gelelim tarifimize :

3 yumurta,

1/2 br. siviyag

1/2 br. sut

1/2 br. yogurt

1/2 br. misir unu

1 ve 1/2 br. un

kabartma tozu

1 tatli ks. seker

1 cay ks. karbonat

yarim demet dereotu

2 kup kup dogranmis patates

kup dogranmis sert peynir yada beyaz peynir

ve dolapta ne varsa, ben

dogranmis yesil zeytin

bir parca minik dogranmis sucuk

konserve yada donmus misir

biraz nane, pulbiber,tuz

Once kurulari, yani unu, kabt. tozu, karbonat, tuz ve sekeri ayri kapta karistiriyoruz. Ayri kaptada yumurtalari once cirpip, siviyag, sut ve yogurdu ekleyip cirptiktan sonra un karisimini ekliyoruz. Cok koyu olursa iki uc kasik daha yogurt yada sut ekleyin. Sonra diger malzemeleri ekleyip kasikla karistirip yaglanmis kalibimiza dokup, 18- C de kizarana dek pisiriyoruz.


Ben bir kismini minik kek kaliplarimda, bir kismini da dikdortgen borcamda pisirdim, ikisi de cok guzeldi. Cok pisirip kurutmadan, firindan alip, 5dk. ilidiktan sonra dilimleyip servis yapin, cok leziz oluyor, afiyet olsun...

Friday, March 25, 2011

UZI


Urdun'detemel yemeklerde kullanilan malzeme, pirinc...
Ve genelde basmati pirinc dedigimiz bizimkinden daha ince ve uzun pirinc turunu kullaniyorlar. Guzel yani bizimki gibi bol nisastali olmayan, daha az kalorili, ve lapa olmayan bir pirinc, tane tane oluyor.

Kulturel yemekler, genelde buyuk sinide bol pilav, uzerine et seklinde sunuluyor, ve ortaya geliyor, mahalli yerlerde elle yeniyor ama artik kasiklada yiyorlarmis :)

Bu guzel yemekte bir davette bize ikram edilmisti, Altta tavuk suyu ile ve Uzi baharati ile pisirilmis pilav, uzerine firinlanmis tavuklar, ve ayrica az yag ve baharatla pisirilmis bezelyeli havuc, ayrica hafif yagda kavrulmus bol fistik yada badem...

Tadi cok guzeldi. Burada baharatin da ayri bir onemi var, pilavlar mutlaka bajaratli pisiriliyor, etler de oyle...

En cok ogutulmus tarcin, karanfil, karabiber, zencefil ve bazen de kimyon kullaniliyor. Ozellikle tavugu haslarken suyuna istedikleri baharatlari koyup, baharatli tavuk suyu ile pilavi pisiriyorlar.

Ben bu sekilde tepside sunumu cok sevdim, hem manzara cok hos, hemde herkes istedigi kadar tabagina aliyor :) Afiyet olsun...

Thursday, March 24, 2011

HAYATTAN PAYLASIMLAR...

Sizleri bu sefer sanal bir ikramla karsiliyorum, tadina bakmayi denemeyin sakin :) Sadece seyirlik... Cocuklarimla oyun hamuru oynarken yaptigim bu bir tabak meyvada baska ekleyecek kaydadeger birsey goremedim...
Sizlere Urdun yemeklerini tanitacagim demistim ama biraz daha zaman lazim, simdi tekrar tasinma telasim var, Allah'a sukur bu sefer cok kisa mesafede, sadece Amman icinde bir mekan degisikligi yapacagiz.

Zaten suan hepimiz duadayiz musluman aleminin selameti icin, yemege daha az vakit lazim... Cok kritik zamanlar, cok duaya ihtiyac var sevgili arkadaslarim, musluman kardeslerimize icten yalvararak yaptigimiz dualarimizla da destek olamiyorsak, bunun hesabi sorulur bizden de...
Sizlerle bu sefer beni cok etkileyen bir kac ayet meali paylasmak istiyorum:+

186. (Resûlüm!) Kullarım sana beni soracak olurlarsa (bilsinler ki) ben, şüphesiz onlara çok yakınım. (İsterse gönlünden geçirsin.) Bana dua edenin duâsına icâbet eder (kabul eder)im. O halde onlar da benim davetimi kabul ed(ip bana itaat et)sinler ve bana iman(da sebat) etsinler. Tâ ki bu sayede doğru yola (kurtuluşa) ulaşmış olsunlar. [bk. 25/77]

(Allah Teâlâ kullarına ilmiyle, rahmetiyle, lütuf ve ihsanıyla çok yakındır; yeter ki, kullar emirlerine itaatten uzaklaşmasın, iman ve ameline riyâ, münâfıklık ve şirk karıştırmasın, ihlaslı olsunlar. O’nun koyduğu sınırları da murâbıt olup korusunlar. [krş. 3/200] İşte kim Allah’a bağlanır, O’nun kendileri için koyduğu dînî ilkeleri muhafaza eder ve dua ile O’na sığınırsa, O da onu yüceltir ve yalnız bırakmaz. [2/153] Böylece Yaradan’ın yaratılana olan icabet vaadi gerçeklik kazanır.)


64. De ki: “Ey Ehl-i Kitab (olan yahudi ve hıristiyanlar)! Bizimle sizin aranızda eşitlik sağlayan (ortak) bir kelimeye gelin: Allah’dan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah’ın dışında birimiz diğerini rab edin(ip müşrik ol)masın.” Eğer onlar, yine yüz çevirirlerse (onlara): “Şâhit olun ki biz, gerçek müslümanlarız.” deyin.

(Bazılarını rab edinmek: Peygamberimiz’in buyurduğu gibi, Allah’ın emir ve yasakları varken, bunlara aykırı emirler veren kişinin emirlerini emir, yasaklarını yasak sayarak hükümlerini kabullenmek ve isteyerek/gönülden onlara itaat etmek, onları rab kabul etmektir.)

24. Ey iman edenler! (Peygamber,) sizi hayat verecek şeylere çağırdığı zaman, Allah’a ve Resûlü’ne uyun.(2) Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer (sözünüzle niyetinizin aynı olup olmadığını bilir) ve siz, elbette yalnız O’nun huzurunda toplanacaksınız. Enfal suresi


Monday, March 07, 2011

GURBET...

Ayşe, gözleri sokaktaki arkadaşlarından başka bir şey görmeyen minicik bir çocuktu yıllar öncesinde. Öyle küçüktü, öyle çocuktu ki, başına gelen her şey çok büyüktü bu yüzden. Kocaman dünyasında, küçücük kalbine dokunan her şey “en” leri hissettiriyordu ona.

En büyük heyecanını babasının bir akşam ansızın arabanın bagajından çıkardığı dört tekerlekli bordo bisikleti gördüğü anda yaşamıştı. Açılan bagaj kapağı o gün yaşadığı en büyük kızgınlığını da götürüvermişti minik kızın. Çünkü o gün en sevdiği arkadaşı, Ayşe’ye bisikletine binmesi için izin vermemişti. Bu yüzden en büyük kırgınlığını yaşıyordu Ayşe’nin minik kalbi.
Sabahtan akşama kadar kâh evinin bahçesinde çamurdan pastalar yapan, kâh sokakta arkadaşlarıyla saklambaç oynayan minik kız, kıyafetini kirlettiğinde en büyük korkusunu evine döndüğü an, kapının eşiğinde yaşıyordu. Zira annesi her gün üç-beş takım kıyafet kirletmesine lakayt kalmıyor ve her yeni kıyafette yorgun düşen anneciği haylaz Ayşe’sine kızıyordu ama babaannesi şefkatli kucağını annesi kızmasın yavrusuna diye herkesten önce açıveriyordu. Minik kız anlamıştı babaannesinin bitmez tükenmez sabrını, bu yüzden her üstünü kirlettiğinde yukarının değil, aşağı dairenin ziline basıp babaannesinden kıyafetlerini almasını istiyordu artık. Bu, minik aklıyla yapabildiği en büyük kurnazlıktı ona göre.

Her şeyin saf dünyasındaki gibi pürüzsüz olmadığını da zaman zaman hissedebiliyordu. Birçok kez, farklı yerlerde, farklı kişilerden, farklı zamanlarda duyduğu ve bir türlü anlayamadığı bir sözcük vardı canını sıkan. Canını sıkıyordu bu kelime Ayşe’nin belki ama doğrusu ne manaya geldiğinden de bîhaberdi. Canını sıkıyordu, çünkü ondan bahseden herkes üzülerek hatta ağlayarak bahsediyordu.

Bir teyze vardı komşuları olan, Cennet Teyze. Çok büyüktü. Annesi bile ona “teyze” diyordu. “Fatma, gurbet ne zormuş be yavrum!” deyip ağlamaya başlıyordu bu kocaman teyze. Minik kızın annesi ise, “Üzülme Cennet Teyze, gurbet zordur ama mükâfatı büyüktür.” gibi sözlerle teselli etmeye çalışıyordu Cennet Teyze’yi. Annesiyle konuştuktan sonra Cennet Teyze’nin yüzündeki ağlamaklı gülümsemeleri de anlayamıyordu Ayşe. Kimdi bu gurbet veya neydi? Neden ondan hiç kimse gülümseyerek bahsetmiyordu?

Hareketli ve keyifli tozpembe dünyasındaki maratonuna zaman zaman büyükleri vesilesiyle bu gibi molalar veriyordu. Minik kalbi bu hüznü daha fazla kaldıramaz olunca, küçük beyni anlamakta zorlanınca hemen pes ediyordu tüm zafiyetiyle. Kendi dünyasına dönüp yine en büyük hayaline göz atmakla yola devam ediyordu.

Bir gün salondaki konsolun üstüne çıkıp annesiyle boyunu karşılaştırdıktan sonra annesi “Hadi bakalım yavrum, şu masa kadar daha uzarsan benim boyuma yetişirsin.” demişti ve çok heyecanlandırmıştı yavrusunu. Gerçekten de annesiyle arasındaki fark sadece o masanın boyu kadardı. Şimdi en büyük hayali o masa kadar daha uzayıp anneciğinin boyuna yetişmekti.

Güneş çaktırmadan gizlice batardı her akşam fakat Ayşe hiç kaçırmazdı o anı. Güneşin karanlıklara gömülmesi, Ayşe’nin arkadaşlarına veda edip bahçeden evine girmesi demekti belki ama bir güzel yanı vardı ki, o da “Baba” demekti.

Bu dakikalarda küçük kız gözünü kapıdan, kulağını da zilden ayıramazdı. Bazen alt kattan babaannesi muhtemel bir ihtiyaç için zile dokunursa, gün boyu sabrına sığındığı babaannesinin sesi, bu kez en büyük hayal kırıklığı olurdu heyecanlı yüreği için. Beklediği zil çalınca da, en sevimli kanarya sesleri çıkardı her zamanki kapı zilinden.

Babasının merdivenlerden bile çıkmasına sabredemeyen Ayşe, O merdivenlerden çıkarken, ayak seslerini her akşam kaçırmadan sayardı. Basamakların sayısını biliyordu artık. On yedinci basamak on sekizinciye kavuşunca Ayşe’nin de babasıyla kavuşma anı geldi demekti. Sonlara doğru heyecanı iyice artan küçük kız, gözünü boşluğa dikip minik bakışlarını babacığının gözlerine dokundurmak için yarışırdı onunla. Oysa bir kabahat işlediğinde en korkutucu bakışlar yine babasının gözünden ilişirdi kızının suçlu gözlerine.

En fazla şımarıklık yapabileceği kucak ise genelde babasının kucağı olurdu.

En iyi arkadaşlarındandı halasının çocukları. Öğretmencilik oynarken koltuk davası uğruna sık sık kavga ediyor olsalar da… Bakkaldan bir şey alacakları zaman hala çocukları Ayşe’yi hesap etmeyi hep unutuyor olsalar da… Dedesinin motor gezintileri için sıra tartışmaları bitmek bilmese de çok severlerdi birbirlerini. Ayşe de masumcuğun biri değildi hani. Kocaman bir taşla salıncak için halaoğlunun kafasını yaran dayıkızı Ayşe’ydi O!

Tüm bu tansiyona rağmen halasıgilin evlerine dönmesi demek “Hüzün” demekti Ayşe ve diğerleri için. Araya giren kilometreler incitirdi küçük kalpleri. Babasına tüm masumiyetini kullanarak “Halamlara gidelim baba.” dediğinde ise cevabı biliyordu aslında.

“Çok uzak yavrum.”

Zaten hiç bir zaman çocuklar istedi diye uzak yerlere gidilmezdi. Bu yüzden evlerinin damında, bir düğmeye basınca halasıgilde olabilmeyi hayal ederdi zaman zaman. Hayal gücüyle uzakları yakın etmek çok kolaydı çünkü.

Zaman su gibi akıyordu. Minik kız büyüyordu. Hayatındaki “en”ler de kendisiyle beraber boy atıyordu.

Okul hayatında en büyük sıkıntısını çekmiş ve başını açmaya zorlanmıştı. Fakat O, büyüklerinin değil en büyüğün dediğini yapmıştı ve en büyük hedeflerinden vazgeçmişti. Oysa sınıfın en başarılılarındandı her zaman.

Okul hayatını erken bitirmek zorunda kalan Ayşe, hedeflerini değiştirmiş, kendini başka şartlarda yetiştirmek için çalışmalara başlamıştı. Bu bir kaç sene süre gitti ki, Allah karşısına en iyilerinden bir eş çıkardı.

En zor karardı bu veya en zor kararsızlıktı…

“Ailesinden ayrılıp gurbete gitmek!”

Cennet Teyze’nin annesiyle dertleşirken ki hüzünlü bakışlarını, gözlerinden süzülen utangaç yaşları şimdi anlayabiliyordu inceden.

Misafiri çoktu düğün evinin. Gurbet, Ayşe’den ve annesinden çok geleni gideni söyletiyordu. Zira anneciği dirayet konusunda en büyük örneğiydi. Başka annelerin iki gözü iki çeşme ağlayacağı hallerde Ayşe’nin annesi hep nazlı kızını teselli ederdi. O’nun yıllar sonra anlayabileceği gerçekleri annesi çoktan öğrenmiş ve kabul etmişti çünkü.

Düğün gününde saatler veda anını gösterdiğinde bir keder sarmıştı birçoğunun kalbini. Ablalarını ağlayarak, bir yabancının evinden ev sahibi gibi uğurlayan Ayşe, annesiyle de ağlaşarak vedalaşmıştı. Esasında içi dışından çok ağlıyordu ki, orayı bir kendisi, bir de Rabbi biliyordu.

Vedalaşma bitmişti neredeyse fakat bir eksik vardı, kocaman bir eksik. Merdivenlerden ayak sesleri gelmiyordu bu kez. Yeni basamaklarını sayamıyordu Ayşe. Önüne çıkan herkesle babasına haber yolluyordu ama nafile…

Sonunda babasının bir tanecik yavrusuna veda etmek istemediğini fısıldamışlardı yaralı Ayşe’sinin kulağına. Yüreği şefkat yüklü babası bu ayrılık anını yaşamak istememiş ve kızını o yabancı evde bırakıp “Allahaısmarladık” diyememişti. Ne fark ederdi ki Ayşe için? Bunu bilmek, duymak incitmemiş miydi O’nu, üzmemiş miydi sanki?

Bir sürü duygu aynı günde esir almıştı Ayşe’nin ruhunu. Heyecan, mutluluk, korku, üzüntü, hüzün, gariplik ve daha niceleri… Yeni hayatına alışması belki biraz zaman alacaktı ama alışacaktı elbette.

Akan, zaman değil ömürdü aslında.

Ömür su gibi akıyor ve her şey değişiyordu. Gün gelmiş ve Ayşe’de anne olmuştu. Genç kadın bebeğini merak ederken, babası da kızının saçlarını okşayarak “Benim bebeğim nasıl?” demiş ve sonsuz şefkatiyle yavrusunun tüm sıkıntılarını alıvermişti bir anda.

Günler, aylar, yıllar aka dursun kader sırası gelen her anı yaşatıyordu Ayşe’ye. Lakin bu an, yeryüzünde insanların yaşayabileceği en güzel an, kaderlerin en güzel kaderiydi belki de. Allah genç kadına en güzellerinden üç tane evlat emanet etmiş ve bu emanetlerini de beytine kabul etmiş, orada saklamak istemişti.

Evet, yıllar sonra genç kadın eşi ve çocuklarıyla Mekke’ye yerleşecekti.

Dünyanın en eşsiz şehrine, evlerin en ulvisine, misafirlerin en nasiplisi olarak, en güzel yolculuğa hazırlanıyordu şimdi Ayşe. Konu komşu, eş, dost… Kim duyuyorsa, önce gıpta edip sonra mahzunlaşıyorlardı hemen. İşte yine aynı sözcüktü duyduğu. Minicik bir çocukken Cennet Teyze’yi üzen, bugün Ayşe’nin karşısına çıkmıştı ikinci kez.

Gurbet!

Hemen hemen herkes, “Gurbete nasıl gideceksin yavrum! Dil bilmezsin, yol bilmezsin, ölüye de yetişemezsin, diriye de. Hastalansan bile ne yapabilirsin? Anan yok, baban yok! Bir başına, üç yavrunla zor olur yavrum, gurbet çok zordur, Ayşe’m!” diyorlardı.

Evet dil bilmezdi, yol bilmezdi… Bir sıkıntısı olsa onu kendine getirtecek o güçlü annesi de olmayacaktı yanında, yüreği şefkat yüklü babası da... Ama bunların ne ehemmiyeti vardı ki, Rabbinin davetlisi olarak Mekke’de belki de hayatını devam ettirecekti. Böyle büyük bir fırsatın karşısında ne “anam” demeliydi ne de “babam.” İşte bu yüzden kendisi için üzülenleri hemen uyarıyordu Ayşe:

“Mekke’ye Medine’ye gurbet denilir mi hiç? Orası Beytullah, orası Habibullah. Gurbet olur mu hiç?” Bu hususta anneciği de O’nun gibi düşünüyordu. Zaten O, öyle güçlü bir anneydi ki, başka türlü düşünmesi mümkün bile değildi.

Ayşe bir an dahi düşünmeden yola çıkmak istemişti. Mekke’de bambaşka bir hayat Ayşe’yi ve ailesini bekliyordu sabırla. Genç kadın ise, sabırsızlıkla hazırlanıyordu.

Arkasında tüm dünyasını bırakıp meçhullere gözünü bile kırpmadan gitmişti genç kadın. Minicik yavrularını da almış ve gitmişti.

Mekke’ye varınca ilk işiydi Beytullaha gitmek. O’nun misafiri idi Ayşe, her şeyden evvel O’nun beytine gidip “ben geldim” demeliydi.

Kâbe’yi tüm azametiyle karşısında gördüğü ilk anda kâinatta sadece kendisi ve de Kâbe varmış gibi hissetmişti.

Ne arkasında bıraktıkları…

Ne yanında duran evlatları…

Ne de bir an sonrası… Hepsi o an gurbet olmuştu genç kadın için. Hepsi garipti, gariplikti. Hepsi yabancıydı, yalandı, zordu. Tek hakikat; karşısında, kapkara örtüsünün altında tüm asaletiyle kendisini bekleyen Beytullah'tı.

Kâbe hakikaten de çok muazzamdı. Titreyen vücuduna rağmen koşar adımlarla yaklaşıyordu Kâbe’ye genç kadın. Gözünü bir an dahi ayırmadan, ıslak ıslak bakışarak koşuyordu O’na. Elinden gelse kocaman olup kollarıyla sarıp sarmalayacaktı Rabbinin evini, O’nu kucaklar gibi.

“Ben geldim Allah’ım, sana geldim işte!” diye haykırmaktı o an tek istediği. Öyle mutluydu ki, gözünde ne memleket sevdası olabilirdi, ne eş, ne dost… Maddiyatın süslü maskesi düşmüştü Mekke’de Ayşe için. Hissetmek istediği tek şey maneviyattı. Bunun kaybolmaması için ise, her şeye razıydı.

Zaman içinde umreye gelip de Ayşe’yi ziyarete giden akrabalarının dediği gibiydi Ayşe’nin evi:

“Burada insan nasıl kalabilir?”

Hakikaten de tam böyleydi. Ev bildiği; şehrin içinde değil, bir dağ başındaki dört duvardı.

Öyle ki; minicik penceresinden dışarıya bakacak olsa, dört bir yanı gözünün alabildiğine dağ idi. Okyanusun ortasında bir kayık da kalmış mahzun bir çocuk gibiydi orada. Fakat bu ev O’nun yuvasıydı. O yüzden etrafına aldırmaksızın yuvası için elinden geleni yapmıştı. Baksan adama benzemez denilen küçücük mutfağının duvarlarını bile elleriyle boyamıştı şeker pembesine. Aylarca buzdolabının olmayışı ise genç kadın için hiç sıkıntı değildi.

Ayşe hep şükretti, kedisine kıyamayan insanların zaman zaman acımasına kulak vermeden “Allah’ım sen beni buralardan ayırma” diyerek dua ediyordu her şeye rağmen. Çünkü Kâbe’ye istediği zaman gitmek onun için evlere, saraylara, şehirlere, ailesine, anasına, babasına bedeldi. Bu yüzden “Allah’ım sakın beni gurbete gönderme” diyor ve Kâbe'den uzaklaştığı her anında kendini gurbette hissediyordu herkesin aksine. Hoş, Rabbi de Ayşe’nin sabrına mükâfat, daima hayalinin çok fevkinde imkânları nasip etmişti ya zamanla.

Yüce Rabbinin bu şefkatini gördükçe hem seviniyor hem de korkuyordu aslında. Buralara O’nun davetiyle geldiğinin bilincindeydi, bir sürü şey vesile olmuştu ama O çağırdı diye nasip olmuştu. Şimdi bunun hakkını verememek, bu yüzden O’nun emriyle geri gönderilmek en büyük endişesiydi Ayşe’nin.

Mekke’de, Kâbe'de geçirdiği zaman içerisinde sık sık düşünceye dalardı. Hep bildiğini sandığı hakikat artık hafif hafif canını acıtmaya başlamıştı. Ufak ufak içini kıpırdaştırıyordu bir yandan… Derinden korkutuyordu zaman zaman… Heyecanlanıyordu an be an…

Bunlar tıpkı ailesinden ayrıldığında hissettiği gibi duygulardı. Düşünmeye başlamıştı bu kez; “Neydi o günkü acım?”

Çok fazla vaktini almamıştı hatırlamak. Zira çocukluğundan beri öyle bir yer etmişti ki kafasına, hafızası hemen bulup uzatmıştı Ayşe’ye o acısının namını.

Gurbet!

O günkü acısı, buydu gerçekten de. Ne garip! Küçükken neden kimse gurbetten ağlamadan bahsetmiyor diye düşünen Ayşe, şimdi yaşadığı gurbetleri düşünürken O’da ağlıyordu sessiz sessiz. “Nedir bu gurbet, kimdir?” sorusunun cevabını tüm mevcudiyetiyle yaşıyordu bu kez. Belki hala milyonlarca insanın yabancı bir memlekete gitmekten başka bir şey sanmadıkları gurbeti, O, Kâbe’de ardı arkasına namazları kılınan cenazeleri, yaşlı gözlerle, korku dolu bakışlarla, zayıf yüreğiyle izlerken görüyordu. Onlar gurbet derdinden kurtulan cansız bedenlerdi.

Etrafında bir sürü arkadaşları vardı Ayşe’nin; “Burası gurbet, alacağımız her şeyi Türkiye’ye saklıyoruz, nasılsa buradan gideceğiz.” diye Mekke’ye yerleşmeyi lüzumsuz gören. Nasılsa bir gün kesin dönüş yapacaklardı çünkü doğru… Lakin kesin dönüşü yapanlar Ayşe’nin önünden iki gurbetçinin omuzlarında tek sıra halinde kesin adımlarla ilerleyen bu cansız bedenler değil miydi aslında? Onlar asıl gurbetten kurtulmuş vatan-ı aslîlerine gitmek üzere çıktıkları yolculuğu bitirenler değil miydi?

Yüce Peygamberimin dediği gibiydi her şey; “Vatan sevgisi imandandır.” Mevlana’nın anladığı gibi miydi Peygamberimin bu sözü? Bizler yaşantımız boyunca diyar-ı gurbetteydik. Öyleyse asıl vatan cennet değil miydi? Bu misafirlik kabir kapısına kadar değil miydi? Madem öyle, ne içindi bu sahiplenmek, ne içindi bu yerleşmek diye uzun uzun düşünceye dalmıştı yine.

Genç kadın bu kez çocuk kalbiyle babasının şefkatini aradı yanında yönünde. “Benim bebeğim nasıl?” diyen babası şimdi yanında olsaydı da, yine sıcacık şefkatiyle sarıp sarmalasaydı yavrusunu diye hüzünlenirken, babasının tabutu peşinden koşar adımlarla ağlamaya bile vakit bulamayan gençlerin, Kâbe kapısından dışarı doğru telaş içindeki koşuşturma sesleriyle ayıktı birden.

Evet, tek gerçek buydu!

Gurbet!

Yalan olan ise gurbeti uzaklarda aramaktı.

Toprağın üstündeki her bir karış, doğduğumuz büyüdüğümüz toprakların her bir tanesi bile gurbetti aslında. Gurbet uzağımız değil yaşadığımız her yerdi.

Ve Cennet Teyze ağlamakta haklıydı. “Gurbet zormuş be Fatma’m!”

Ama Fatma da haklıydı; “Gurbet zordur ama mükâfatı büyüktür Cennet Teyze!”

Batan her güneş tekrar doğdukça Cennet Teyze’nin yıllar öncesindeki acısını çok daha iyi hissedebiliyordu yüreğinde.

Batan her güneş her yeni doğuşunda bir adım daha yaklaştırıyordu vuslata.

Şimdi Ayşe gurbetin kucağında ve her an o kucaktan düşmek ümidiyle, bir an evvel mükâfatına kavuşmak için dört gözle beklemekteydi.

Bugün yeryüzündeki beytinde O’nu barındıran Rabbi, yarın yanına da alacaktı nasılsa. Şimdi başkalarının yavruları analarını babalarını haremin cenaze kapısından çıkartırken, yarın O’nu da o kapıdan çıkaran birileri olurdu elbet. Kim bilir, belki son nefesini vermek için başka topraklara gönderilecekti. Burada ölmek de başka bir şerefti çünkü. Hayattayken buralara gelebilmek gibi özel bir şanstı burada ölmek de.

Genç kadın tüm bunları düşünürken, eteğinden çekiştiren minik yavruları O’nu dünyaya döndermişti. Kızının boncuk bakışlarıyla kendine gelmişti işte.

O boncuk gözler nelere kadirdi. Nazlı nazlı dikti mi mavi gözlerini annesine, Ayşe köle olurdu prensesine.

Yıllar öncesinde anne babasından gördüğü her tavrı şimdi kızından işitiyor olmak sevindirmeli miydi Ayşe’yi yoksa hüzünlendirmeli miydi? “Ben anne olunca annemin şu yaptığını kendi çocuğuma asla yapmayacağım!” dediği her şeyi birer birer yapıyordu bugün.

Mazi ve müstakbeli görebilmek için güzel kızının yüzüne bakardı annesi. Onu adeta bir ayna kabul etmişti. Hem geçmişi gösteren hem geleceği hatırlatan… Geçen yıllarını düşündüğünde su misali akan zaman Ayşe’yi şaşırtırdı önce… Öte yandan da Betülcüğünün o masum simasında yaşlandığını görmek mutlu ederdi. Yaşlanmak demek yaklaşmak demek diyordu.

Bir gerçek daha vardı o yüzde. Kızı da büyümüş kocaman olmuştu. Eskiden annesinin izin vermediği her şey için hemen inciler akıtmaya başlayan maviş gözler, bugün olgun bakışlarıyla şaşırtıyordu O’nu. Minik Betülcüğü şimdi genç kız olmuştu.

En mutlu gününde babasının O’na yaptığını veya yapamadığını bugün kendisi de boncuk gözlü kızına yapmak istemişti.

Beyazların içinde zaten melek gibi olan yavrusu bugün tam bir melek olmuştu adeta. Gelinlik ne de çok yakışmıştı gök gözlerine. Ne kadar genç, ne kadar güzeldi bir tanecik kızı. Bugünleri de görmüş olmak yılların Ayşe’sini öyle mesut etmişti ki, anacığının o günkü halleri hep gözünün önüne geliyordu.

Yıllar önce bugünlerin hayalini kuran genç kadın şimdi o günleri yaşıyordu. Gençlik tekrarı olmayan bir bahar misali geçivermişti tüm hızıyla. Kışa doğru ilerleyen Ayşe sonbahardaki yaprak dökümünü izliyordu sessiz sessiz… Bu mevsimde en çok anne ve babasını düşünmek mutlu ediyordu O’nu. Onların şefkatlerini bu manzarayı izlerken de hissedebilmek için tek tek hatırlamaya özen gösteriyordu her bir sevgi sözlerini.

Çocukken her büyüklük tasladığında annesinden işittiği “Sen daha benim yavrumsun. İstersen elli yaşına gel, yine benim yavrumsun.” sözü o yıllarda tüm hevesini kırıyor olsa da, şimdi öyle hoşuna gidiyordu ki!

Nitekim o günkü sabır yüklü babaannesi ahir ömrüne kadar bükülmüş beline rağmen babasına yavru muamelesi yapmamış mıydı? Yemeğini elleriyle hazırlayıp uzatmamış mıydı? Yıllar öncesinde üzerine sayısız espri yapıp gülüştükleri bu manzara bugün Ayşe’nin gözlerini dolduruyordu.

Ne yana dönse yüzüne tokat misali çarpan bu gerçek hem mutlu ediyordu O’nu, hem üzüyordu, hem de korkutuyordu. Tüm bu karışıklığın sebebi ise artık değişmişti. Artık gurbet değildi kafasını karıştıran, gurbet acıtmıyordu canını, gurbet korkutmuyordu. Bu kez vuslattı tüm bunların nedeni.

Her gurbetin sonu vuslat değil miydi zaten?

Gün yola devam etme günü değildi artık. Tüm virajlar da, tüm tümsekler de… Hepsi geride kalmış bugün yolun sonuna geldiğini anlamıştı Ayşe.

Son durakta beklemekteydi şimdi. Elli sene evvel kulağına okunan ezanın namaz vakti gelmişti. Mekke’de, Kabe-i Muazzam’da bu kez imamın “Essalatü alel meyyite!” den niyeti Ayşe idi.

Bu ne büyük bir bahtiyarlıktı ki, bir ömür ihsan olunan Beytullah, vefatında da sahip çıkmıştı elhamdülillah! Yıllardır haremden çıkan cenazeleri soluksuz izleyen Ayşe’yi de bugün kim bilir kimler izliyordu. Ana yüreğiyle son anında bile yavrularını görmek, hissetmek istemişti fakat artık zifiri karanlığın içinde tutsak kalan ruhu endişe ve korkudan başka bir şey hissedemiyordu. Sadece teşyicilerin ayak seslerini işitebiliyordu. Haremdeki meşhur terlik sesleri bu kez Ayşe için telaşla ilerliyordu.

İstikamet Cennet-ül mualla!

İstikamet kabir!

İstikamet penceresiz evim!

İstikamet anam, babam, peygamberim!

İstikamet Rabbim!...diyordu karanlık kutusun içinde dili dönmediğince.

Gurbet yolculuğunun son birkaç adımını atıyordu şimdi iki kişinin yardımıyla ve nihayet ebedi yurdunun ardına kadar açık ve kendisini bekleyen kapısından girmek üzereydi. Son durakta inmek üzereydi vatan-ı aslisine doğru. Küçücük kabri, O’nun ebedi hayatına açılan nurlu kapısı olacaktı. Zifiri karanlığın içine özenle yerleştirmişlerdi bile. Birkaç metre yukarısından, eski tabiriyle yeryüzünden insanlar kürek kürek toprakları yığıyorlardı üzerine. Her şey ne kadar da karaydı. Kabir karaydı, toprak karaydı, Ayşe ise kapkara yüzüyle bu karanlıkların içinde kaybolup gitmekten endişe ediyordu. Gittikçe daha çok titremeye başlıyordu. Gittikçe daha çok korkuyordu… Ötesini bilmediği her halde annesinin babasının yol göstermesine alışmıştı ya, yine onlara ihtiyacı vardı işte. Karanlığı delmek istercesine gözlerini açarak var gücüyle ileriyi görmeye çalışıyordu. “Anneee… Babaaa… Nerede kaldınız?” diye haykırmaya başlamıştı. Çaresizce, tüm acziyetiyle, tüm zafiyetiyle merhametlilerin en merhametlisinin kendisine anasını babasını göndermesini bekliyordu her şeye rağmen ümitle…

İşte ana buydu! Baba buydu demek!

Etrafını kaplayan dipsiz zulümatı yararak iki nur yaklaşıyordu O’na doğru.

“Yavrum” nidalarıyla anası, “bebeğim” şefkatiyle de babası uzatıyorlardı Ayşeciklerine sevgi dolu ellerini. Nur gibi parlıyordu Ayşe’nin annesi de, babası da… Ne kadar da genç ne kadar da mutlu gözüküyorlardı.

“Ben geldim anne, işte elli yaşındaki yavrun geldi. Tut ellerimi!” diyerek korkuyla onlara sığınıyordu gurbetteki gibi.

“Benim bebeğim nasıl?” diyordu babası yine fakat bu kez telaşlı değildi kızı için.

“Yorgunum baba, gurbet yordu beni, hele sizden ayrı kalmak yok muydu? Gurbetin en zor yanı da işte buydu!”

“Üzülme yavrum, vatan sevgisi imandandır. Sen vatanına kavuşmayı sevgiyle hasretle sabırla bekleyebildin. Şimdi mükâfat yerindesin.”

“Bitti mi gerçekten? Her şey bitti mi baba? Tüm acılarım, sıkıntılarım, hasretlerim, özlemlerim bitti mi? Gurbet bitti mi artık?”

“Bitti yavrum… Bitti nazlım… Bilmez misin? Gurbetin bir adım sonrası ölümdür, bitti!”

Ayşenur KAHVECİ / Suudi Arabistan

Saturday, March 05, 2011

KARNIYARIK...

Bir suredir yazamadim gene... Babaannemin ani vefati biraz dsunmeye sevketti yazmak yerine... Ama vefat eden hesabini verme cabasinda iken bizler gene yasamimiza donuyoruz ne kadar uzulsekte... Rabbim sevdiklerimize saglikli hayirli uzun omurler versin, zormus gercekten...

Amman'dan havalar isinmaya basladi cok sukur, iki gundur acik hava ve sicagi hissetmek guzel geldi hepimize... Bu ara biraz yemeye dikkat ettigim icin pek cesit olmuyor menumuzde ama biriken tariflerden paylasmak istediklerim var, ozellikle annemin leziz yemeklerinden...
Anne eli degdiginden midir yoksa okuyup uflediginden midir, yoksa beceri midir bilmiyorum ama ben yillar da gecse heralde annem gibi yemek yapamayacagim. Iste bilinen bir tarif... Karniyarik... Ama blogda bulunmasi ve ihtiyac oldugunda bakilmasi icin paylasiyorum.

Once sogan, zeytinyagi ve kiymeyi guzelce kavuralim, sarimsak, maydonoz, karabiber, tuz ekleyelim. Kucuk paylicanlari alacali soyup isminde oldugu gibi karnini yarip :) yag cekmesin diye biraz tuzlu suda bekletip, kizgin yagda kizartip pecete ustune alalim.

Tepsimize patlicanlari dizip, karinlarini birazda kendimiz acip harc ile dolduralim, uzerlerine biber, domates dizebilirsiniz, salcali su yapip uzerine gezdirip, firinlayalim, yarim saat icinde leziz yemegimiz hazir, afiyet olsun...